Hukuk, ilk elden ve verili olarak ‘kötü’ bir şey olmak zorunda değildir. Hukukun göndermede bulunduğu adalet de sunulan ya da dayatılan değil, ama alternatif yaşam sahiplerinin birlikte geliştirdikleri kültürel yaşamın bir çıktısı olabilir. Dolayısıyla, yeni-hukuklar mümkündür ve vardır.
Hukuk antropologu Robert Redfield’in “İlkel Hukuk”a ilişkin şu sözleri, bu yazının başlığında ‘gizlenen’ soruya verilecek olası yanıt için önem taşıyor:
“İlkel hukukla ilgili söz etmeye girişen birinin üç yoldan birini seçme şansı vardır. Bilindik yol, hukuku, sadece politik olarak örgütlenmiş bir devlet tarafından desteklenen mahkemelerin ve yasaların olduğu yerde görür. [Ancak] Bu yol çabucak çıkmaza saplanır; zira, sadece az sayıdaki okur-yazar olmayan toplum böylesi bir hukuka sahiptir ve bunlar da karakteristik olarak ilkel değildirler. Böylesi bir yolu seçmek ile ilkel toplumlarda hukukun olmadığını söyleyecek olduğumuzdan artık geriye daha fazla konuşacak bir şey kalmaz.”
Hukuk Felsefesi alanında yapılan çalışmalar zaviyesinden bakıldığında Redfield’in bahsettiği bilindik yol “Hukuksal Pozitivizm” olarak adlandırılan bir akımdır. Hukuksal pozitivizm akımının klasik yaklaşımı, kaba hatlarıyla, hukuktan bahsedebilmemizin zorunlu koşulunu özellikle devlet gibi merkezi bir siyasal iktidar odağından kaynağını alan ve olgusal olarak karşımızda duran pozitif metinlerin varlığına bağlamakla karakterize olur. Dolayısıyla, böylesi bir örgütlenmenin ve normatif içeriğe sahip metinlerin olmadığı bir yerde hukuk da yoktur.
Hukuksal pozitivizmin yanı sıra bir diğer hukuk felsefesi yaklaşımı olan “Doğal Hukuk” akımı ise, kaba hatlarıyla, hukukun doğasının, kaynağını bir siyasal iktidar merkezinden almak zorunda olmayan ve pozitif metinleri de aşan ilkelerde yattığı görüşü etrafında kümelenir. Bu ilkeler doğal düzenin kendisinden, Tanrıdan yahut akıldan çıkabilmektedir. Dolayısıyla, doğal hukuk yaklaşımından hareketle, siyasal iktidarın her söylediği büyük harfle başlayan Hukuk’a karşılık düşmek zorunda değildir. Doğal hukuk yaklaşımının bir diğer iddiası, Hukuk’un söz konusu ilkelerinin aşkın ve evrensel oluşudur ve bu ilkeler aynı zamanda aynı aşkınlık ve evrensellikteki ahlâki prensiplerdir.
Hukukun doğasına ilişkin yaklaşımları bakımından birbirlerine karşıt olarak konumlandırılan bu iki hukuk felsefesi akımının klasik versiyonları, aslında, sosyolojik ve antropolojik karşılığı dikkate almama noktasında ortaklaşırlar . Oysa konuya Redfield’in ima ettiği farklı noktadan bakmak, bu iki yaklaşım arasında sıkışıp kalmayı engelleyebilir görünmektedir.
Hukuk da, diğer üstyapı kurumları gibi, belirli bir toplumsal yapı artalanına sahiptir. Bu artalana dair yapılacak betimleme, bizi, zorunlu olarak hukuk sosyolojisine/hukuk antropolojisine götürür. Ve, hukuk sosyolojisi/hukuk antropolojisi bize, devlet-aşırı olan ya da zorunlu olarak aşkın bir ahlâka göndermede bulunmak gerekmeksizin ulaşılabilen bir hukuk tanımı vermeye elverişlidir. Başka deyişle, hukukun zorunlu olarak devletle eş anlamlı tutulmasının gerekmediği ya da aşkın olduğu varsayılan bir ahlâki değere eşitlenemeyeceğini gösteren alternatif bir teorik çalışma alanı mevcuttur.
Hukuk sosyolojisi bakımından burada karşımıza çıkan kavram öbeği “yaşayan hukuk” olarak ifade edilir. Yaşayan hukuk, hukuk sosyolojisi/hukuk antropolojisinin sunduğu alternatif teorik yaşama alanındaki çalışmaların bir çıktısıdır. Buna göre, devletin ve onun örgütlü yapısının ya da bir dizi aşkın ve evrensel ahlâki ilkenin kapsama alanı dışında kalan “hukuk(lar)”ın varlığını tespit etmek mümkündür. Farklı toplum tarihi kesitlerinde ve yine farklı kültürlerde/alt-kültürlerde farklı hukuklarından söz etmenin yolu bu sayede açılmaktadır.
Maalesef, Türkiye’de çok da fazla haberdar olunmadığını gözlemlediğim bir yazısında Kropotkin bu alternatif yaşama alanına temas eder. Kropotkin’in hukuka ve toplumu dikkate alan hukukçu yaklaşımlarına kayıtsız kalmayışı von Jhering’e yaptığı göndermelerden de görülmektedir. Von Jhering , hukuku, toplumsal faydaya dayanan toplumsal çatışmaları dikkate almak suretiyle faydayı hedefleyen bir konumda ele almaktadır; hukuk bu noktada, bu çatışmaları önlemeye yönelik bir süreç olarak konumlandırılır . Kropotkin, Jhering’in hukuka dair düşüncelerinde, ilk etapta önem vermediği gönüllü kısıtlama ile karşılıklı yardımlaşma meselesine sonraki çalışmasında büyük yer verdiğini ve bu minvalde, toplumun zorlayıcı olmayan etkenleri üzerinde durulmasına verdiği önemi vurguladığında sanırım söz konusu alternatif okumaya alan açan bir ilgiden haberdar eder bizi.
Kropotkin, Hukuk ve Otorite’de bu ilgisinin somut karşılıklarını sunar.
Kropotkin’in Hukuk ve Otorite’de belirttiği gibi, tüm insan toplumları “ilkel” bir aşamadan geçmişlerdir ve yazılı kanunların olmadığı -zira ilkel toplumlar yazısız toplumlardır- bu aşamalarda insanlar kendi örf-adet hukuklarına sahiptirler . Bu toplumlar, yasanın inşâ etmediği ve şeylerin doğasından spontan olarak ortaya çıkan toplumsal duyguları ve örf adetleri kendiliğinden ve zaten haizdirler .
Burada Kropotkin’in, şeylerin ‘doğası’na göndermede bulunması, onun da bir doğal hukuk yaklaşımına sahip olduğu şeklinde yorumlanabilirse de, bu ‘doğa’nın en azından toplumsal yaşayışın bizatihi kendisinden sadır olması, onun aşkınlığından çok içkinliğinin akla gelmesine sebebiyet vermektedir. Bu itibarla Kropotkin’i klasik bir doğal hukukçu saymak noktasında şüphelere yol açacaktır. Gerçekten de metninde vurguladığı hususlar dikkate alındığında Kropotkin’in toplumsal yaşamın çıktıları olarak bir dizi örf-adet hukukundan bahsettiği anlaşılmaktadır.
Kropotkin’e bu değini, esas itibariyle, hukuk kavramına dair verili olarak olumlu ya da olumsuz herhangi bir değer yüklemesinde bulunulmasındansa hukuku içinden çıktığı yaşam formundan hareketle anlamanın önemine dair anarşist perspektifin serimlenmesine çalışılmasındandır. Böylesi bir perspektif, hukuk ve hukukun göndermede bulunduğu adalet düşüncesinin yine verili olarak ‘iyi’ ya da ‘kötü’ olduğuna dair tespitin, tespit politik olmayıp bilimsel olma iddiasındaysa, yeterli olmadığını anlatmaktadır. Bu tespit, hukuk ile ilgili de alternatif bir yaşam alanı açar.
Tekrar pahasına, bu alternatif hukuk okuması, alternatif yaşam alanlarının alternatif hukuklarının olabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. Bu itibarla hukuk, ilk elden ve verili olarak ‘kötü’ bir şey olmak zorunda değildir. Hukukun göndermede bulunduğu adalet de sunulan ya da dayatılan değil, ama alternatif yaşam sahiplerinin birlikte geliştirdikleri kültürel yaşamın bir çıktısı olabilir. Dolayısıyla, yeni-hukuklar mümkündür ve vardır.
Bir blog yazısına yazılan yorumdan alınacak bir pasaj, son sözleri oluştursun:
“Ezilenlerin hukuku ise ezilenlerin devletten sadır olmayan ya da devlet menşeli olmayan bir hukuk kurmalarını, hukuk olmayan bir ‘hukuk’ inşâsını gündeme taşımak gibi olumlu bir kuvve olabilir. Burada toplumsal ahlâk, ille birilerinin ‘temsili’ ağzından çıkmayan bir hukuk olabilir ve doğal hukuk da Tanrıya ya da akıl’a değil, yaşamın bizzat kendisine gönderme yapabilir.”
Umut Koloş