Devletli Dünyanın Değişmeyen Milliyetçiliği: Rudolf Rocker’ın Milliyetçilik ve Kültür Kitabının Güncel Değerlendirilmesi – Gökhan Soysal

0
350

“Hiçbir iktidar kendini yalnızca zor kullanarak sürdüremeyeceğinden her zaman gerçek yüzünü gizleyen belirli bir ideolojiyle hırslarını aklamaya mecbur kalmıştır. Böylece milliyetçilik, doğru ve yanlış gibi bireysel kavramların yerine milli devletin vazettiği doğru mefhumunu geçirmeyi amaçlayan siyasi bir dine dönüşmüştür.” _Rudolf Rocker, tercümesi ve redaksiyonu sırayla Ali Çakıroğlu ve Aysın Önen tarafından yapılan ve Kaos Yayınları’ndan geçtiğimiz ay çıkan “Milliyetçilik ve Kültür” adlı kitabının son sözünde böyle vurguluyor. Ve bu sözler bize hiç de yabancı gelmiyor, özellikle içinden geçtiğimiz şu günlerde.

“Milliyetçilik ve Kültür” hem fiziki olarak hem içerdiği konuların çeşitliliği açısından oldukça hacimli bir kitap. Bu kitapta Rudolf Rocker milli devletin doğuşundan reformasyona, klasik Alman felsefesinden ırk teorilerine, Yunan şehir devletlerinden toplum sözleşmesine kadar birçok farklı konuyu modern görünümü milliyetçilik olan iktidar ve bunun karşıtı olarak kültür bağlamında değerlendiriyor. Bununla birlikte Rudolf Rocker kültür tanımlaması bağlamında içinde bulunduğumuz durumdan kurtulmanın da yolunu belirlemeye çalışıyor.

Bu nedenlerle bu yazıda Rudolf Rocker’a selam göndererek yaşadığımız topraklarda son 30 yılda dönem dönem artıp dönem dönem azalan ama son yıllarda iyice çığrından çıkan milliyetçileşme ve muhafazakarlaşma sürecini merkezimize alıyoruz.

Milliyetçi Muhafazakar Bir Parti Olarak AKP

AKP kurulduğu zamanlarda kendisini “muhafazakar demokrat” bir parti olarak tarif ediyordu. Bu tanımlama çoğunlukla İslamcı bir parti olmadıklarının altı çizilerek yapılıyordu. Kurucularının “Milli Görüş” adı verilen ve önceden mensubu olduğu partilerinin daha önce birçok defa kapatılmış olmasının bu tür açıklamalarda hiç kuşkusuz büyük etkisi bulunmaktaydı.

AKP, kurulmasının hemen ardından yapılan seçimlerde birinci parti olmasına rağmen devletin militer aygıtlarındaki askerlerin devletin kurumlarındaki etkisinden çekinmekte ve açıklamalarını buna göre yapmaktaydı. Sonuç olarak henüz devletten korkan bir parti konumundaydı. Hükümet politikaları buna göre şekilleniyor, açıklamalar da buna göre yapılıyordu. Avrupa Birliği’ne katılmak için görünürde yüksek bir motivasyon gösteriliyor, askere karşı özellikle devlet içinde örgütlü bir şekilde yapılanmış dini cemaatlerle işbirliği yapılıyordu. Bu nedenle henüz milliyetçilik konusunda edilgen konumdaydı.

Yıllar geçtikçe AKP gücünü arttırmış olsa da iktidara gelmelerinden ve istedikleri kanuni değişiklikleri yapabilecek çoğunluğa kavuşmalarının üzerinden geçen 5 yıllık süre sonunda cumhurbaşkanlığı seçimi, hala büyük bir siyasi kriz olabiliyordu. Hukukiliği sorgulanır birtakım gerekçelerle önlerine hala engel çıkarılabiliyordu.

2008 yılında ise bu sefer AKP hakkında “laikliğe aykırı eylemlerin odağı durumuna geldiği” iddiasıyla kapatılma davası açılmıştı. Bu dava sonucunda birçok kişi tarafından partinin kapatılması beklenirken AKP kıl payıyla kapatılmaktan kurtuluyor ve hazine gelirlerinin yarısı kesiliyordu.

Ancak yıllar geçtikçe AKP, istediklerini yapabilir konuma gelmişti. Bu yıllar içinde “Ergenekon”, “Balyoz” ve buna benzer birçok yargılamalarla devletin içinde AKP ve işbirliği içinde olduğu örgütlenmeler pozisyon alıyordu. Bu süreçte hükümetin en yetkili ağzı tarafından Ahmet Şık’ın yazdığı ancak henüz bastırılmamış olduğu halde kopyalarına el konan “İmamın Ordusu” adlı kitabının, bombadan daha tesirli olduğu iddia edilebiliyordu. Parti, artık kapatılma korkusunu atlatmıştı ancak bu sefer iktidarını sağlamlaştırırken işbirliği içinde olduğu örgütlenmelerle girdiği iktidar kavgalarının “MİT Krizi” gibi yansımaları oluyordu. Bu arada filler tepişirken çimenler eziliyordu. Muhalefetin üzerindeki baskı iyiden iyiye artmıştı.

2013: “Biz her türlü milliyetçiliği, ayaklarının altına almış bir iktidarız.”

Burada bir parantez açmak oldukça önemli. Bu sözler çok değil daha 6 yıl önce Recep Tayyip Erdoğan tarafından söylenmişti. “Bizim kadim medeniyetimizde asla böyle bir farklılık, asla ayrım olmamıştır.” dediği konuşmasında Erdoğan daha sonra “Artık inkar, ret, asimilasyon politikaları yok. Bunların hepsi ayaklarımızın altında. Kürt’ü de Arap’ı da Türk’ü de Laz’ı da Çerkez’i de Gürcü’sü de hepsi benim kardeşim.” diyordu ve ekliyordu: “Biz her türlü milliyetçiliği, ayaklarının altına almış bir iktidarız.” Bu sözün söylendiği aylarda, birkaç yıl önce başarılı olamayan “Kürt Açılımı” deneyimi ve Roboski Katliamı gibi çok önemli gelişmelerin ardından PKK ile yapılan ve henüz kamuoyuna açıklanmayan görüşmelerin sonuna geliniyor; “Çözüm Süreci” kamuoyuna açıklanıyordu. 2013 Newroz’unda ise Amed’de Abdullah Öcalan’ın mektubu Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder tarafından okunuyordu.

2013 yılında büyük önem taşıyan gelişmeler, bunlarla sınırlı değildi. Mayıs ayının sonunda yıllar içinde topluma dozajı yükselerek uygulanan baskıya karşı Gezi Parkı’nda başlayan eylemler yaşadığımız topraklarda hemen her yerde gösterilerin yapıldığı ve AKP’ye iktidarını kaybetme korkusu yaşatan Gezi Ayaklanması’na dönüşüyordu. AKP yıllar içinde uygulamış olduğu baskıların ardından gelişen süreçte Gezi’yle birlikte iktidarını kaybetme korkusunu yaşamasının ardından Gezi Parkı’nın yıkılmasından vazgeçilmesi gibi geri adımlar atsa da genel olarak baskıyı azaltmak yerine arttırma yolunu seçiyordu.

Ancak 2013 yılı böyle bitmedi. Yıllar boyunca işbirliği içinde “düşmanlarını” alt eden AKP ve Fethullah Gülen, bu sefer birbirleriyle açıktan açığa kavga ediyorlardı. 17-25 Aralık’ta yapılan operasyonlar hükümetin en yakınlarını dahi kapsıyor ve özellikle servis edilen ses kayıtlarının ardından iktidarda çeşitli çatlaklar görülüyordu.

Milliyetçi Muhafazakar Bir Devlet Olarak AKP

Bahse konu bu polis operasyonlarının Başbaşkan Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’a kadar uzandığı, böylece Erdoğan’ın elinin kolunun bağlandığına dair yorumların yapıldığı bu günlerde AKP bu operasyonlara karşı çoğunlukla bütünlüklü durarak karşı koymayı başardı. Bu operasyonlar sonucunda iktidar ortağı olarak adlandırılabilecek Gülen’in dini örgütünün etkisi büyük oranda kırıldı. En azından toplumun çoğu böyle düşünüyordu. Ancak iyiden iyiye iktidardan düşme korkusuna düştüğü ölçüde baskıyı da arttırmaya devam eden iktidar, devletin her kurumuna güvenilir olduğunu düşündüğü insanları yerleştirmeyi hızlandırdı. Erdoğan, başbakanlıkla yetinmeyerek cumhurbaşkanı oldu.

Kesin bir sınır çizilemese de özellikle bu operasyonlarla birlikte AKP’nin devletleşme sürecinin iyiden iyiye hızlandığını söyleyebiliriz. Bu devletleşme sürecini hızlandıran iç ve dış politikada yaşanan gelişmeler de üstüne eklenince değişmekte olan 1923’te kurulan TC Devleti’nin yeni hüviyeti belirginleşmeye başladı. Bu gelişmelerden en önemlileri, Suriye’de başlayan iç savaş ve bu süreçle birlikte özellikle Irak Şam İslam Devleti’nin saldırıları sonrası gelişen Rojava’daki özgürlük mücadelesi ile Fethullah Gülen tarafından yapılmak istenen başarısız darbe girişimi oldu. Başarısız darbe girişimi bir yandan ideolojik olarak iktidarın söylemlerini “antiemperyalist çizgi”ye kaydırdı. Darbe girişimiyle birlikte bu dini örgütle önemli veya önemsiz bağı olup iktidara yakın olmayan onbinlerce devlet memuru, ilan edilen olağanüstü hal koşullarında herhangi bir ceza yargılamasına dahi tabi tutulmadan görevlerinden alındı. Yani istedikleri gibi şekillendirilebilecekleri bir devlet yaratma şansı doğdu. Erdoğan da bu durumu daha darbe sabahı “Bu hareket, Allah’ın bize büyük bir lütfudur” diye değerlendirmekten çekinmedi. Görevden alınanların yerine amaçlarını gerçekleştirilmesine yardımcı olacak isimler yerleştirildi, buna özellikle tasfiyelerden sonra kritik görevlerdeki yargı mensuplarının dahil olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Rojava’da Kürtlerin eline silah alarak uluslararası politik arenanın doğrudan bir öznesi olarak sahneye çıkmasının belirgin sonuçları ise bu topraklarda “çözüm süreci”nin tamamen rafa kalkmasıyla birlikte AKP’nin milliyetçilik ideolojisine sıkı sıkıya sarılması oldu. Çözüm sürecinde hemen herkesin lanetlediği “90’lar” geri dönüyor ve bu duruma ses çıkartanların kendini hapishanede bulmaya başlaması hızlanıyordu.

Pratikte 90’lara geri dönülmekle birlikte, milliyetçilik söylemleri TC Devleti’nin başlarına dönmekteydi. Saman alevi gibi olsa da bu süreçte AKP’nin Atatürkçü söylemi bile kullandığı görüldü. Değişim iddiasıyla iktidara gelen parti, kendi taraftarlarını dahi şaşırtacak biçimde değişmişti.

AKP’nin hükümeti ele geçirdiği 3 Kasım 2002’den bu yana, geçtiğimiz 17 yılda hala oldukça eleştirmekte olduğu TC’nin tek parti sistemiyle yönetildiği zamanlara oldukça benzemeye başladığını söyleyebiliriz. Tek parti sisteminde parti ile devlet ayrımı hemen hemen ortadan kalkmış haldeydi. Dönemin tek partisi CHP’nin bir ildeki başkanı örneğin o ilin valisi sıfatını da kazanıyordu. Günümüze gelindiğindeyse -henüz bu sıfatların birleştirilmemiş olmakla birlikte- AKP’nin il başkanlarının etkisinin, valilerin görev alanlarında dahi onların etkisinden daha fazla olduğunu söyleyebiliriz. Dönemin tek partisi devletin birliğini sağlamak için henüz eğitimle, askerlikle ve başka çeşitli araçlarla istediği gibi oluşturamamış olsa da milliyetçi söylemlere başvurmaktan hiç çekinmemişti. Devletin egemenliği zaman zaman idamlarla Dersim örneğinde gördüğümüz gibi zaman zaman da katliamlarla sağlanmıştı. O günlerden bugüne değişmeyen şey, her zaman en önemli ideolojik aracın milliyetçilik olmasıydı.

AKP’nin ister istemez feyzaldığı tarihsel örneğine baktığımızda Rudolf Rocker’ın _“Modern milliyetçilik, kişinin kendi ülkesini ya da halkını sevmesinden kaynaklanmaz. Tersine kaynağını, çoğunluk iradesine tamamen ters düşse bile halka belirli bir devlet biçimini dayatmaya kararlı, diktatörlük heveslisi bir azınlığın tutkulu planlarından alır.” _demesi yerli yerine oturuyor. Rudolf Rocker’a göre semavi ve dünyevi otoritenin “Tanrın, Rab benim!” ve “Otoriteye itaat et!” şeklindeki iki düsturu aynı kaynaktan doğmadır ve siyam ikizleri gibi birbirine yapışıktır. AKP, kuruluşundan 2013-2014 yıllarına kadar milliyetçiliği elden bırakmamakla birlikte daha çok muhafazakar kimliğiyle kendinden övgüyle bahsederken yukarıda bahsedilen gelişmelerden sonra milliyetçilik söylemleri aşırı milliyetçi MHP’yi dahi kolayca yanına çekebilecekleri bir yörüngeye oturdu. AKP gibi milliyetçi ve muhafazakar bir demokrat parti olduğunu iddia eden partinin, Rocker’ın tam da anlatmak istediği şeyleri bünyesinde barındırdığını söyleyebiliriz. Geçmişten gelen muhafazakarlık söylemleri ile son yıllarda iyice öne çıkarlan milliyetçilik söylemlerinin siyam ikizleri gibi birbirine yapışık olduğunu söyleyebiliriz.

“Milli İrade”den “Milli Beka”ya

AKP, iktidara geldiğinde başının üstünde sallanan demoklesin kılıcı tehdidi nedeniyle liberal kesimler dahil birçok kesimle işbirliği yapmış olsa da iktidarını sağlama aldıkça yol arkadaşlarından kolayca vazgeçti. Hatta onlara hapis yolunu dahi sonuna kadar açmakta tereddüt etmedi. AKP, iktidarı sağlamlaştırdıkça liberal söylemleri bir kenara bırakmakta hiçbir beis görmedi. Liberal söylemler azaldıkça bu söylemlerin yerini iyiden iyiye milliyetçi söylemler almaya başladı. Hiç kuşku yok ki Gezi Ayaklanması’nın ardından yıllar boyunca iktidarını sağlamlaştırmak için ittifak kurduğu Fethullah Gülen ile giriştiği iktidar mücadelesinin sonucunda askeri bir darbeyle iktidarı kaybetmekle burun buruna kaldı. Erdoğan’ın düştüğü denizde sarıldığı yılan, liberalizm değil muhafazakarlık soslu milliyetçilik oldu. “En gelişmiş ifadesini İtalyan faşizmi ve Alman Nasyonal Sosyalizmi’nde bulan modern milliyetçilik, her tür liberal düşüncenin ölümcül düşmanıdır.” diyen Rudolf Rocker’ın bu tespiti de AKP’nin, Gezi Ayaklanması’na finansal destek oldukları iddiasıyla özellikle liberal olarak bilinen isimleri soruşturma ve cezalandırmaya çalışma politikasının türemesiyle tekrar kanıtlanmış oldu.

Eklemek gerekir ki Rudolf Rocker’a göre millet, devletin nedeni değil sonucudur. Ona göre devleti yaratan millet değil milleti yaratan devlettir. Başkanlık sistemine de geçişle birlikte yepyeni bir devlet yaratan AKP’nin, milliyetçilik söylemlerinin artmasını bu açıdan baktığımızda garip karşılamamamız gerekir. Yeni bir devlet, yeni bir milliyetçilik söylemi gerektirmektedir. Bu yeni devlet ki en büyük dış mihraklara karşı dik durabilirken yerel seçimlerde bile “milli beka” sorunu yaşayabiliyor. Bu abesliği örtense milliyetçilik oluyor.

“Milli Beka” Sorununda Son Aşama: Yeni Zelanda Saldırısı

Yeni milliyetçilik söylemlerinde dini referanslı söylemlere yer verilmesi artık şaşırtıcı olmayacak. Kritik dönemlerde dış politikada yaşanan gelişmeler, iç politikada çeşitli manevralar için kullanılagelmiştir. Ancak son zamanlarda özellikle seçim öncesine kriz denk gelmezse bile suni krizler oluşturularak hemen popülist söylemlerle milliyetçi söylemlerde tavan yapılıyor. Yeni Zelanda da bunun son örneği.

“Çözüm Süreci” ve Milliyetçilik

Devletin “Kürt sorunu” olarak nitelendirdiği Kürt halkının özgürlük mücadelesi, bu topraklarda TC Devleti’ni yönetenler için her zaman kullanışlı bir propaganda aracı olduğu gibi devletin değişen (veya tek parti bağlamında aslına rücu eden dersek) hüviyetinde de bir propaganda aracı olarak kullanılıyor. İronik olan durumsa aynı kişiler tarafından çok değil 5-6 yıl önce söylenen şeylerin tam tersinin söylenebilmesi.

Yenilenen milliyetçilik söyleminin en açık göründüğü kısımlarsa parlamenter söylemlerde yaşanan değişiklikler oldu. 2012 yılında bizzat dönemin başbakanı Erdoğan tarafından BDP’li vekillere ithafen “Eğer Meclis diyorsan gel mücadeleni Meclis’te ver. O zaman seninle müzakere masasına oturacak iktidarı bulursun.” açıklaması yapılmıştı. O günden bugüne gelinen süreçte, HDP’nin eş başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ dahil birçok vekilin dokunulmazlıkları kaldırılarak meclisten alındı ve her biri farklı hapishanelere götürüldü.

Bu süre içinde de 2014 yılının sonlarında Abdullah Öcalan ile görüşen HDP heyeti, Öcalan’ın “4-5 ay içinde çözüme ulaşmanın mümkün olduğunu belirttiği, bunu sağlayacak kararlılığın gösterilmemesi durumda ‘darbe olabileceği’ uyarısında bulunduğunu” belirtmişti. 15 Temmuz 2016’daysa 2 yıl önce söylenmesine rağmen dikkate alınmayan bu ifade gerçek oldu.

Yazının başında Rudolf Rocker’ın iktidarın gerçek yüzünü gizlemek için belirli bir ideolojiye ihtiyaç duyduğunu söylediğini vurgulamıştık. İçinden geçtiğimiz şu günlerde Rocker’ın vurguladığı gibi doğru veya yanlış bir ahlaki önerme içeren bireysel kavramların yerini milli devlet söylencesi aldı. Devleti yöneten azınlık tarafından milletin yararına ne uygun görülürse doğru da o oluyor. Aynı dinler gibi iyi veya kötü olan değil dinin emrettiği yapılıyor. Milliyetçilik siyasi bir dine dönüşmüş oluyor.

Çözüm Süreci’nde dağdan inişlerin sağlanacağı söylenmişti. Dağdakilere silahlarını bırakma ve siyaset yapacaklarsa mecliste yapmaları salık veriliyordu. HDP’nin genel nseçimlere parti olarak girip 80 darbesinin getirdiği yüzde onluk engeli aşmasıyla AKP tek başına hükümet kurabilecek çoğunluğu kaybetmesi ve Rojava’da yaşanan gelişmelerle her şey tersine çevrildi. Sıcak çatışmalar tekrar başlamakla kalmadı özyönetim ilanlarının ardından bir hendek süreci yaşandı.

Bu durum kamuoyunda gündem oldu olmasına ama hemen bastırılmaya çalışılan sesler dışında bir etki doğurmadı. İster istemez Rocker’ın şu sözlerini akla geliyor: “Milletin kolektif sorumluluğu, bireyin adalet duygusunu öldürerek insanı yapılan haksızlığı göz ardı etme noktasına kadar götürür. Öyle ki milletin menfaatleri için yapıldığında haksızlık gerçekten de göze erdemli bir eylem gibi görünür.” Savaş hukukunu dahi ihlal eden eylemler, bu şekilde bir övünç kaynağı olarak sunuldu.

Tüm bu sokağa çıkma yasaklarının en çok gündem olduğu konu ise Barış İçin Akademisyenler’in yayınlamış oldukları “Bu suça ortak olmayacağız! Em ê nebin hevparên vî sûcî!” adlı metin oldu. Bu metni imzalayan 2000’i aşkın akademisyenin yüzlercesi OHAL şartlarının da getirdiği kolaylıkla işten atıldı, pasaportlarına el konuldu, başka yerlerde iş bulmaları engellendi ve haklarında ağır ceza mahkemelerinde davalar açıldı. Dönemin cumhurbaşkanı Erdoğan da 2012 yılında BDP’li vekiller için yapmış olduğu açıklamayı revize ederek bu sefer akademisyenlere seslendi: “Siyaset yapmak isteyenler parlamentoda siyasetlerini yapsınlar ama yok parlamentoda bunu yapamıyorlarsa bunlar da gitsinler hendek kazsınlar veya dağa çıksınlar.” Sırrı Süreyya Önder’in Newroz’da Öcalan’ın mektubunu okumak dahil “Çözüm Süreci”nde yer aldığı çalışmalar sonucunda şu anda hapiste olması, bu süreçte gelinen noktayı gösteriyor.

Siyasi Bir Din: Milliyetçilik

Sonuç olarak geldiğimiz süreçte milliyetçiliğin siyasi bir dine dönüşmesinin canlı tanıkları olduk. Devleti tamamen ele geçirmiş olan bir parti, milliyetçilik ideolojisini de kendi çıkarları doğrultusunda revize ederek söylediği her şeyi büyük çoğunluğun gözünde haklı çıkardı. Milliyetçiliğin siyasi bir din olarak yerini almasının bunda payı oldukça büyük. Kürt Özgürlük Hareketi’ne ilişkin söylemlerinde, 5-6 yıl önce dağdan inişin önünü açacağını söyleyen iktidar sahipleri şimdi kendilerine yönelik her eleştiriyi hukuk sopasıyla cezalandırarak deyim yerindeyse dağa çıkışın önünü açıyor. Siyasi parti çalışmalarına katılmak gibi asgari siyasal faaliyetler dahi cezalandırılarak insanların önündeki yasal yollar kapatılıyor. Bu durumun nereye kadar gideceği meçhul. Milliyetçilik söz konusu olduğunda popülist söylemlerle iktidarın devamlılığını rahatlıkla sağlanacağı kabul edilebilir ancak sonuçları her zaman geri çevirebilir şeyler olmadığı da tarihsel örnekler göz önüne alındığında tecrübeyle sabit.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz