Devrimci Anarşizm: Bütünlüklü Mücadele – Karala

0
1135

İktidarın örgütlü olduğunun ve yaşamlarımızın her alanına sızdığının farkındayız. İktidar, yapısı gereği hiyerarşik bir ortamda var olabileceği için, ezen-ezilen ilişkisini bütün alanlarda kurmak zorundadır. Buna göre heteroseksüel erkek geri kalan bütün cinsel kimlik ve yönelimlerden, patronlar işçilerden, zenginler yoksullardan, insan geri kalan bütün varlıklardan, hakim ulus ve dini inanış diğer halklar ve inanışlardan, eğitimli olan eğitimsiz olandan, yaşlı olan genç olandan daha üstte konumlanır.

Tüm toplumsal sorunlar, bu iktidarlı yapıdan kaynaklanan sorunlardır. Bugün bu sorunları yaratan ne -kapitalistlerin iddia ettiği gibi- yaşamın doğasındaki kimi eşitsiz varoluşlar, ne de -Marksistlerin iddia ettiği gibi- yaşamın örgütlenmesindeki kimi yanlış konumlanışlardır. Bugün bu sorunları yaratan, yaşamın örgütlenme biçiminin kendisidir. Bugün yaşam, iktidarlı bir şekilde örgütlenmektedir.

Dolayısıyla bu sorunların çözümü ne -kapitalistlerin iddia ettiği gibi- doğal olan eşitsizlikleri kabul edip tüm bunları bir sorun olarak görmemek, ne de -Marksistlerin iddia ettiği gibi- yaşamın örgütlenmesindeki konumlanışların yerini değiştirmektir. Bu sorunların çözümü, yaşamın örgütlenme biçimini tümüyle değiştirmekten geçer. Bu değişim de, -reformistlerin iddia ettiği gibi- restore etmek, iyileştirmek, düzeltmek, tedavi etmekle değil; tüm bu iktidarlı örgütlenmeyi tüm kılcallarına kadar yok etmek, tümüyle ortadan kaldırmak, yıkıp yeniden yaratmakla mümkündür.

Anarşizmin temel savı budur. Anarşizm, tüm mücadele hattını tarih boyunca bu temel ilke etrafında kurmuştur. Burada onu kapitalizm içi veya dışı tüm okumalardan ayıran temel mesele, sorunu iktidara koymasıdır. Bunun yanında anarşizm, iktidarın yarattığı bu sorunların herhangi bir biçimini, türünü, görünümünü ve yansımasını diğerinden daha önemli görmemiştir.

Bize göre temel sorun ne tek başına işçilerin, ne tek başına kadınların, ne tek başına LGBTİ+’ların, ne de tek başına ezilen herhangi bir halk veya halkların sorunudur. Bu sorunlardan hiçbiri diğerlerinden acil, can yakıcı veya önemli olmadığı gibi bu sorunların hiçbiri, bir diğerinin çözülmesiyle çözülemez. Yani örneğin ezilen bir halkın sorunlarının işçilerin sorunlarından daha can yakıcı olduğuna inanmadığımız gibi, işçilerin kurtuluşunun kadınların da kurtuluşu olduğuna inanmayız. Biz bütün bu mücadelelerde öz örgütlenmelerin kurulması ve bu örgütlenmelerle iktidarın o alandaki tezahürünün yok edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bununla birlikte bütün bu tezahürlere sebep olanın iktidar olduğunun unutulmaması ve iktidarın bütün bu alanlardan def edilmesi gerekmektedir. Bu da sadece bütünlüklü mücadeleyle gerçekleşebilir. Bu anlayışa göre sadece kendi ezilmişliğimiz için mücadele edemeyiz. Çünkü biz, birimiz bile özgür değilsek hepimizin tutsak olduğuna inanırız. Tüm bu sorunların kaynağının iktidar olduğunun bilinciyle bütün ezilenlerle dayanışmak ve mücadeleyi hepimiz için omuz omuza sürdürmek zorundayız.

Bununla birlikte iktidarın yalnızca karşımızda, üstümüzde, dışımızda olmadığını da bilmeliyiz. Tüm toplumsal yaşamı örgütleyen iktidarlı anlayış, onun karşısında olduğunu beyan eden de dahil olmak üzere her bir bireye tesir etmiştir. Dolayısıyla mücadele, iktidarın açıkça karşımızdaki tezahürlerine karşı verildiği gibi, içimizdeki tezahürlerine karşı da verilmelidir. Mücadele içindeki birey kendi içindeki iktidarı, onun tezahürlerini de yok etmeli ve kendini devrimcileştirmeli, özgürleştirmelidir. Bu sebeple devrimci anarşist mücadele veren bireyler ve bu bireylerin yarattıkları öz örgütlenmeler cinsiyetçi, mülkiyetçi, homofobik, ırkçı, gerontokrat vb. hiçbir iktidarlı düşünceye sahip olamaz ve bu şekilde ilişki kuramaz.

Sınıf Mücadelesi

Birbiriyle iç içe geçmiş ve birbirini tetikleyen toplumsal sorunlardan biri, mülkiyete sahip olan ve üretim, tüketim ve dağıtım ilişkilerinin nasıl örgütleneceğine karar verenlerin; tüm bu süreçte köleleştirilen, tüm üretimi emeğiyle yarattığı halde bundan sadece hayatta kalabilecek kadar -üretime devam edebilmesi için- pay alabilen mülksüzler üzerinde uyguladığı iktidardır. Burada ezen sınıf, ezilen sınıfı sömürmekte, köleleştirmektedir.

Kapitalizm genelde hem savunucuları hem de karşıtlarınca uzun yıllardır modern bir olgu olarak ele alınsa da kökleri oldukça eskiye dayanır. Kapitalizm herkesin kullanımında olan varlıkların bir kişi veya grup tarafından zorla el konulup mülkiyete geçirilmesi, bu şekilde mülksüzleştirilenlerin köleleştirilmesi ve üretilenlerin mülk sahiplerinde birikmesiyle oluşmuştur. Mülkiyete sahip olan sınıfın, üretim araçlarını üreticiden kopararak üretilenlere el koyması; üretim, tüketim ve dağıtım ilişkilerini merkezileştirmiş ve devam eden süreç modern kapitalizmi ortaya çıkarmıştır. Ayrıca kapitalizm, zorla ele geçirme ve mülkiyetin ortaya çıkmasıyla oluştuğu ve sürekli olarak diğer iktidarlı yapılarla ilişki içerisinde olduğu için sadece ekonomik bir sistem değildir.

Sınıflı toplumda doğanın herkese sunduğu ve yaşamın ihtiyaç duyduğu her şeyi; evleri, kıyafetleri, gıdayı, eşyayı üretenler ve yaşamın tüm bilgisine sahip olanlar yaşamsal araçlara sahip değildir. Tüm bu üretim sürecine ilişkin en ufak bir söz hakları dahi yoktur. Kapitalizmde işçilere reva görülen -asgari ücret, maaş, yevmiye- işçilerin ürettiklerinin kırıntısı bile değildir. Kapitalistler işçilerin ektikleriyle beslenir, diktikleriyle giyinir; işçilerin yaptığı saraylarda yaşar, işçilerin ürettiklerini kullanır. Fakat işçiler ancak hayatta kalmak, çalışmaya devam edebilmek ve patronlara daha fazla kazandırmak için kırıntılara mahkum edilir.

Adaletsizliğin olduğu yerde isyan kaçınılmazdır. Yüzyıllardır yaşamının tümü yalnızca kapitalistleri beslemek üzere işgal edilmiş olan işçiler makineleştirilmiş, yaşama yabancılaştırılmış, iş cinayetlerinde katledilmiştir. Elbette ki tüm bu adaletsizliklerin olduğu yerde mücadele de hep var olmuştur. Büyük ve sistematik sömürü, karşısında büyük ve örgütlü direnişleri de yaratmıştır.

Kapitalizmin saldırılarının yoğunlaştığı 19. yüzyıldan itibaren işçi mücadelesi de büyüyüp gelişti. İşte anarşizm de tam bu yüzyılda etkili bir toplumsal hareket ve düşünce biçimi olarak sınıf mücadelesindeki yerini almaya başladı. Anarşistler 1. Enternasyonal’den bu yana “İşçilerin kurtuluşu ancak kendi ellerindedir” sloganıyla patronlara ve patronları koruyan devletlere karşı mücadele etmiştir. İşçi sınıfının tarih boyunca en temel silahı olmuş olan “genel grev” silahı, ilk kez anarşist sendikalar tarafından sınıf mücadelesine kazandırılmıştır.

Anarşistler dünyanın pek çok coğrafyasında sendikalarda; işçi ayaklanmalarında barikatların en ön safında yer alarak; fabrika işgallerini, grevleri ve genel grevleri örgütleyerek; sokaklarda, fabrikalarda işçi sınıfının kurtuluşu için bildiriler ve gazeteler dağıtarak; işçi sınıfının ihtiyaçlarını gidermek için kolektifleştirmelerde bulunarak sınıf mücadelesini örgütlemiştir. Bu etkili mücadele, yaşamını sürdürebilmek için emeğini satmak ve mücadele etmek dışında yapabileceği başka bir şey olmayan anarşistlerin işçi ve ezilen olmalarından kaynaklanmaktadır. Sınıf mücadelesinin içinde doğan anarşizmin bu mücadeleye yaklaşımı, hiçbir zaman için işçi sınıfına dışarıdan bilinç götürmek olmamıştır. Bunun yanında anarşistler hiçbir zaman bu mücadeleyi yalnızca belli hak kazanımlarına indirgememiş, emeğin parayla satılmasının kendisini ortadan kaldırmayı hedefleyen bir mücadele perspektifi ortaya koymuştur.

Tıpkı 1886’da “Günde 8 Saat” talebiyle başlayan ve 1 Mayıs’ı yaratan mücadelenin örgütlenmesinde olduğu gibi anarşistler işçilerin hak arayış mücadelesinde yer alarak işçilerin örgütlülüğünün gücünü ortaya koymuş, kapitalistlerin sömürdüğü, açlığa yoksulluğa mahkum ettiği ve katlettiği işçilerin, işsizlerin, ezilenlerin özgürleşebilmesi için hak mücadelesinin ve öz örgütlenmelerin ötesinde de bir mücadelenin gerektiğini savunmuşlardır. Bununla birlikte anarşistlerin sınıf mücadelesinden anladığı, bir sınıfın diğerinin yerini alması değil, sınıfsızlığın sağlanmasıdır.

İtalya’dan Mısır’a pek çok coğrafyada mücadele etmiş devrimci anarşist Errico Malatesta bütünlüklü bir işçi mücadelesinin önemini şu sözleriyle anlatıyor:

“Bizim için önemli olan, sadece işçilerin az ya da çok talepte bulunmaları değil; kendi çabalarıyla, kapitalistlere ve hükümete karşı doğrudan eylemleriyle istediklerini elde etmeye çabalamalarıdır. Bizler, işçi hareketinin yaşamsal önemini ve anarşistlerin bu harekette güçlü ve aktif bir rol almasına duyulan ihtiyacı her zaman anlamışızdır. Ve bu, çoğunlukla, emekçi gruplara daha canlı ve gelişen bir yapı kazandırmak için yoldaşlarımızın girişimlerinin bir sonucudur. Biz, işçi sendikasının; bugün işçilerin içinde bulundukları kölelik durumunu anlamaya başlayabilecekleri, özgürlüklerine kavuşmayı isteyerek kendilerini baskı altında tutanlara karşı verecekleri mücadelede tüm ezilenlerin dayanışma içinde olmaları gerektiğini anlayabilecekleri bir yol olduğunu -bunun yanında patronlar ve asalaklar olmaksızın üretimin yeniden düzenlenmesi ve sosyal yaşamın devamı için gerekli ilk çekirdek olarak görev yapacağını- düşünmüşüzdür.”

Yüzyıllardır bu mücadelenin doğrudan içerisinde olan devrimci anarşistler için her şeyin herkesin olduğu, mülkiyetin ve otoritenin olmadığı, dolayısıyla sömürü, baskı ve katliamların olmadığı özgür ve adil dünya; kapitalizme karşı bütünlüklü bir mücadele ile yaratılabilir. Sınıf mücadelesi tüm iktidarlı yapılarla mücadelenin yanı sıra kapitalizmin neden olduğu bencil, rekabetçi ilişki biçimlerini ve tüketim kültürünü bugünden yok etmemize yarayacak, kapitalizme karşı işçilerin kendi ihtiyaçlarını karşılamasını ve üretimlerini yapmasını sağlayacak örgütlenmeler yaratmasıyla başarıya ulaşacaktır. İhtiyaç ve koşullara göre patronlara karşı hak mücadelesi vermeyi de, iş yerlerini patronsuzlaştırma veya kolektifler, kooperatifler oluşturmayı da hedefleyen bu mücadelenin amacı sınıfsız bir dünya yaratmak olmalıdır.

Sınıfsızlık anarşizmle mümkündür!

Halkların Özgürlük Mücadelesi

Kapitalist sömürüye; devletlerin işgal, imha ve asimilasyon saldırılarına karşı halklar yüzyıllardır özgürlük mücadelesi vermektedir. Sanayileşmenin, modern kapitalizmin ortaya çıkışı, devletlerin sömürgecilik yarışları ve milliyetçilik ideolojisinin yaygınlaşmasıyla gelişen ulus devletleşme süreci ikili bir biçimde halkları tahakküm altına almaya çalışmıştır. Bir yanda bir halk baskı, manipülasyon ve sömürünün etkisiyle bir ulus haline getirilmiş; başka yanda başka bir halk devletleşen ulusların saldırılarına maruz kalmıştır.

Rudolf Rocker’ın da söylediği gibi “Devleti yaratan ulustur fakat ulus kavramı halk kavramını karşılamaz. Ulus, yaratılmış bir kavramdır”. Halk aynı coğrafyada yaşayan, aynı dili konuşan, aynı kültürü paylaşan toplulukları ifade etmektedir. Devletli siyasetin etkisiyle yaratılmış millet ve ulus kavramları yaşadığımız coğrafyada dinin etkin konumu sebebiyle farklı anlamları taşımaktadır. Millet kavramı, dinsel ya da mitsel ortaklıklar yaratarak toplulukları bir arada tutmayı hedefler. Ulus kavramı ise modern devletin dinden kopmasıyla ya da yükselttiği laiklik/sekülerlik gibi politikalarla tüm vatandaşların belli bir akıl etrafında, aynı toprağa ve aynı yasaya bağlı olması üzerinden aynılaştırılmasıyla oluşmuştur.

Ancak millet ve ulus kavramlarının ikisi de insan toplulukları arasındaki hiyerarşiyi devlet üzerinden kurgular. Devletli olan halkların, devletsiz halklardan daha gelişmiş olduğunu iddia eder. Millet ya da ulus olamamak üzerinden kurulan bu hiyerarşi, gelişmişliği yaymak adına devletsiz halklara yönelik saldırıları ve asimilasyonu meşru görür. Bu süreçte halkların millet/ulus kavramları çerçevesinde yaşadıkları devletleşme pratiği, karşısında daima özgürlük mücadelelerinin yükselişini bulmuştur.

Halkların özgürlük mücadeleleri ulusal ya da milli gibi niteliklerle tanımlanmaya çalışılmış, bir devlet kurma isteğiyle özdeşleştirilmiş olsa da bu mücadeleler; kaçınılmaz olarak yerel ve küresel iktidarlara, merkeziyetçiliğe, devletlere karşı mücadeleyle şekillenmiştir. Günümüzde de Rojava’dan Chiapas’a kadar farklı coğrafyalarda gerçekleşen mücadeleler klasik ulusal mücadele tanımlarına uymamaktadır.

Halkların özgürlük mücadeleleri toplumsal yaşamı, kendi karar alma süreçleri ve kendi kültürüyle örgütleyen; ötekileştirmeye, asimilasyona, katliamlara karşı bir araya gelen ve ortak kültürü paylaşan insanların direniş hareketidir. Toplumsal, politik dönüşümü sağlama amacıyla mücadele etmeye başlayan halkın kurduğu örgütlenmeler özü itibarıyla devlete karşıdır. Devlet ortaya çıktığı sürece halkın özgürlüğünün sağlanamayacağının farkında olan anarşistler yüzyıllardır bu mücadelelerin içinde yer almıştır.

Polonya halkının Rus İmparatorluğu’na karşı verdiği mücadelede, Ermeni ve Bulgar halklarının Osmanlı İmparatorluğu’na karşı verdiği mücadelede anarşistler hep etkin bir biçimde yer almışlardır. Devrimci mücadelenin her aşamasında halkların özgürlük mücadelelerinin yanında olan Mihail Bakunin desteğini “Slavlara Çağrı”, “Ulusal Bildirge”, “Devlet ve Anarşi” metinlerinde sıkça dile getirmiştir. Rus İmparatorluğu’nun işgali altında olan Slav halklarının yanında yer alırken Slav halkların özgürlüğünün ancak başka halkların özgürlüğü ile tamamlanabileceğini de belirtmiştir.

Ona göre halkların özgürlüğü sadece bir yerde kazanarak değil her yerde kazanılarak gerçekleşir. Halkların özgürlük mücadelesinin ulusal kurtuluş mücadelesinden farklı olduğunu “İlerici Slavlar safdil aldatmacalardan, halkçı özlemlerin sözde temsilcisi olduğunu iddia eden ulusçuluk oyunlarından bir an önce arınmalıdır.” sözüyle dile getirmiştir. Bir halkın bir imparatorluk ya da devletten bağımsızlaşmasından sonra kendi devlet ve askeri örgütlenmeleri yerine yalnızca şehirlerin, bölgelerin, komünlerin ve bireylerin mutlak özgürlüğü ve özerkliği temelinde inşa edilen federalist bir yapı kurması gerektiğini anlatmıştır.

Ortada “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” diye bir teori henüz yokken bile farklı coğrafyalarda halkların özgürlük mücadelelerini savunan anarşizmin toplumsal devrime dönüştüğü pek çok coğrafyada anarşist devrimler, halk özgürlük mücadeleleriyle iç içe geçmiştir. Çünkü ancak bu yolla bir halkın kazandığı özgürlük başka bir halkın özgürlüğüyle bütünleşerek tamamlanabilir. Bunu anlamak için Endonezya’dan Meksika’ya geniş bir yelpazede, anarşizmin halk mücadelelerindeki etkisine bakılabilir.

Özetle devletsiz bir zeminde gerçekleşen halk hareketleri anarşistler için önemlidir. Çünkü halklar ancak devletsiz bir zeminde kendi siyasi, sosyal ve ekonomik kararlarıyla yaşamlarını yeniden yaratabilirler. Bizler de tüm bu nedenlerle birlikte, yaşadığımız coğrafyada yüzyıllardır devlete ve kapitalizme karşı mücadele eden Kürt halkının özgürlük mücadelesinin bir parçasıyız. Yıllardır kendi dilini konuşması yasaklanmış, toplumsal yaşamda ötekileştirilmiş halkların mücadelesinin meşruluğu anarşistler için oldukça açıktır. Halkların özgürlük mücadelesi toplumsal devrim mücadelesidir. Asimilasyoncu, işgalci ve katliamcı devletlere karşı ezilen halkların özgürlük mücadelesinin bir parçası olmak anarşistlerin sorumluluğudur.

Cinslerin Özgürlük Mücadelesi

İktidarlı yapıların ortaya çıkıp kurumsallaşmasıyla birlikte iktidar, doğadan kopan cins olan erkekte somutlaşmıştır. Doğanın hakimi olmaya çalışan erkek, kendisi dışındaki cinslerin de hakimi olmaya çalışmıştır. Bu eril hakimiyet örgütlenip devletler kurulduğundaysa toplumsal değerler tümüyle değişmiş; erkeğin iktidarını meşrulaştıran yeni değerler ortaya çıkmıştır. Bu değerlerle birlikte, “heteroseksüel erkek” dışındaki tüm cinsiyet kimlikleri ve cinsel yönelimlerden bireyler cinsiyet hiyerarşisinde aşağıda konumlandırılmıştır. İktidarlı yapıların ortaya çıkmasıyla nasıl ki insan kendisini doğanın merkezine koymuşsa, heteroseksüel erkek de kendisini insanın merkezine koymuştur. Heteroseksüel erkek dışındakiler, ayrı iradelere sahip özneler değil erkeğin hizmetinde olan araçlar olarak görülür. Kadınlık ve erkeklik bu amaçlarla kültürel olarak inşa edilen ve öğrenilen kalıplardır. Bir cinsiyetin diğerlerinden üstün olduğunu söyleyen iktidarlı düşünce ve hareket biçimlerinin tümü olan cinsiyetçilik; pratik, fiziksel saldırıların dışında dil aracılığıyla da varlığını sürdürür. Erkek olmayanı aşağılayan, yok sayan; bedenine ve varoluşuna tehdit oluşturan söylem, kelime, hakaret ve küfür toplumsal yaşamda erkek olmayana yönelik şiddetin ve ayrımcılığın meşrulaştırılmasına neden olur.

Sadece kadını ve erkeği kabul eden toplumsal cinsiyet olgusuyla, kadın ve erkeğin toplum içindeki konumu ve bu konuma uygun rolleri, toplumsal yaşama ne oranda katılacakları belirlenmiştir. Kadın ve erkeğin toplum içindeki politik, ekonomik, sosyal farkları cinsiyete dayalı iş bölümüyle belirlenmiştir. Kadınlara ya da erkeklere ait özellikler ve beceriler, kadınlardan ve erkeklerden beklenen davranış biçimleri birbirinden ayrılmış; her ikisine de toplumsal cinsiyet rolleri biçilmiştir. Toplumsal cinsiyet rolleri farklı coğrafya ve tarihsel zamanlarda, farklı kültürlerde cinslere toplumsal olarak yüklenen rollerin ve sorumlulukların bütünüdür. Bu anlamıyla toplumsal cinsiyet yalnızca cinsiyeti belirtmekle kalmaz, aynı zamanda cinsler arasındaki iktidar ilişkilerini de belirler.

Erkek egemen sistem toplumun büyük kesimini (kadınları ve LGBTİ+’ları) baskı altında tutmasına rağmen toplumun çoğunluğu tarafından içselleştirilmiştir. Erkek egemenliğin içselleştirilmesi, devletin mikro hali olan ailede başlar. İşlevi bireyi toplumun değerlerine entegre etmek olan eğitim sistemiyle pekişir; dini öğretiler ve din kurumlarıyla, devletin yasalarıyla sürer. Erkek egemenliğinin var olduğu toplumsal işleyişte erkek egemenliğini içselleştiren bireyin refleksleri, söylemleri, davranışları, ilişki kurma biçimleri ataerkildir. Böylece tüm davranışlarımızda erkek egemenliğin toplumsal rolleriyle hareket eder, ataerkiyi yeniden üretir ve pekiştiririz.

Bin yıllardır kadınların varoluşuna doğrudan saldırılar düzenleyen, onu kendisi için bir nesneye, köleye indirgeyen; giyinme, konuşma ve ilişki kurma biçimine, hangi işi yapıp, saat kaçta eve gideceğine müdahale eden; kısacası sömüren, katleden, kullanan ve yöneten erkek egemen sistem yıkılmalıdır.

LGBTİ+’ların varoluşuna saldıran, onları toplumsal yaşamdan uzaklaştırmaya, iradelerini tümden yok etmeye çalışan erkek egemen sistem yıkılmalıdır. Varoluşa yapılan her saldırı bir mücadeleyi ortaya çıkarır; bu kimlikle verilen mücadele, erkek egemenlik ve cinsiyetçilik ortadan kaldırılıncaya dek sürer. Erkek egemenliğe ve cinsiyetçiliğin her biçimine karşı mücadele etmek, özgürlük için bir zorunluluktur.

Bunun yanında, toplumsal olarak dayatılan cinsiyet rollerini de reddetmek, bütün olarak erkek egemen ilişki biçimlerini, söylemleri bugünden terk etmek gerekmektedir. Bütün tahakküm ve iktidar biçimlerine karşı olan biz anarşistler için özgürlük bütün cinslerin özgürlüğünü kapsamaktadır. Kadın mücadelesi de LGBTİ+ mücadelesi de sadece bir kimlik savunusu değil varoluş mücadelesidir. Anarşist kadın örgütleri de LGBTİ+ örgütleri de öz örgütlenmelerdir. Kendi yaşamlarımızdan başlayarak erkek egemen sistemle ve erkeklikle mücadele etmeyi, cinslerin özgürlüğü mücadelesini veren öz örgütlenmelerde yer almayı, bu öz örgütlenmeleri desteklemeyi sürdüreceğiz.

Gençlik Mücadelesi

İktidarlı ilişkilerin ve yapıların sistematikleşmesinde gerontokrasinin -yaş hiyerarşisi- önemli bir payı bulunmaktadır. İktidarlar kendi varlığını sürdürebilmek için en eski iktidar ilişkilerinden biri olan gerontokratik ilişkileri kullanarak toplumsal yaşamın en hareketli, yaratıcı ve üretken kesimi olan gençliği kontrol altına almaya çalışmaktadır.

Toplumun kontrolünün sağlanması için gençliği kontrol etmenin önemli olduğu düşüncesiyle iktidarlar baskı ve manipülasyon araçlarını birlikte kullanmaktadır. Aile, eğitim ve ordu gibi kurumlarla iktidarlar gençliği hedef almakta ve kendisine uygun “gelecek nesiller” yaratmaya çalışmaktadır.

Otoriteye itaat, devletin en küçük birimi olan ailede öğretilmeye başlandıktan sonra eğitim sistemiyle sürdürülür. İktidarlar kendilerine uygun, sorgulamayan ve itaat eden nesiller yaratmak için eğitim sistemini kullanır. Eğitim sistemiyle, aynı zamanda kapitalizme kalifiye eleman yetiştirilmek istenmektedir.

Sınavlarla gençliğe rekabet ve bencillik dayatılmakta, gençliği gelecek kaygısıyla toplumsal sorunlardan ve yaşamdan uzaklaştırmaya çalışılmaktadır.

Üniversite okuyan, mezun olan ya da üniversite okumayan binlerce genç işçi de üretimdeki geniş payına rağmen toplumsal yaşama kazandırdığı gelirden çok az pay almakta, sürekli olarak sömürülmektedir.

Yalnızlaşmaya, iradesizleşmeye, teslimiyete neden olan tüm bu kurum ve ilişkilere karşı gençlik hemen her dönemde toplumsal mücadelelerde en dinamik kesimlerden olmuştur. İktidarların yaşamlarının her alanına sızmaya, iradelerini tutsaklaştırmaya, baskının her türlüsünü uygulamaya çalıştığı gençliğin yaratıcı ve enerjik karakteri özgürlük mücadelelerinin en çok ihtiyaç duyduğu niteliklerden biridir.

İçerisinde bulunduğumuz dönemde dünyanın pek çok coğrafyasındaki toplumsal hareketlerde gençliğin rolü de bunun bir göstergesidir. Kropotkin’in gençliği mücadeleye çağırdığı yazıda da ısrarla vurguladığı gibi gençliğin heyecanı toplumsal mücadelelerde önemli bir konumdadır.

Yaşça büyük olanın genç olana uyguladığı tahakkümün sona erdiği; bilginin sınavlara, yüksek ücretlere, üniversitelere sıkıştırılmadığı ve özgür bilgi paylaşımının sağlanacağı, düşünsel ve pratik yaratıcılığın özgürce eyleme dökülebileceği bir dünya için mücadele ediyoruz.

Gençliğin bu mücadeleyi bugünden bireysel ve toplumsal dönüşümü sağlayan bir örgütlülükle kazanabileceği düşüncesiyle gençliğin iradesine, yaşam biçimine ve tümünde yaşamına yönelik saldırılara karşı sokaklarda, üniversitelerde, yaşamın her alanında mücadeleyi büyütmeliyiz.

Ekoloji Mücadelesi

Doğanın bir parçası olduğu halde kendisini ayrıştırarak onun efendisi olduğunu sanan, doğadaki canlı-cansız tüm varlıkları kaynak olarak gören insanın uyguladığı tahakküm; insanın insan üzerindeki tahakkümünden daha az tehlikeli değildir.

“Dünyadaki her şeyin insanın hizmetine yaratıldığı” ya da “evrimsel olarak en gelişmiş olan türün, insanın, diğer varlıkları dilediğince kullanma hakkına sahip olduğu” gibi, biçimi farklı olsa da özünde aynı yanlışı savunan yaklaşımlar, bu tahakkümün toplumun farklı kesimleri tarafından kabul görmesine neden olmaktadır. Bu tahakküm ilişkisiyle kendini var eden iktidar elbette yaşamın da, yaşamın varlığı için tek çare olan ekolojik uyumun da karşısındadır.

Devlet ve kapitalizmin sistematik saldırılarına karşı ekolojik uyumu savunmak, ekoloji mücadelesini yükseltmek kurtuluşumuz için zorunluluktur. Çünkü doğanın ve yaşamın talan edilmesine karşı olan bu mücadele alanı, bütün varlıkları kapsar. Ve elbette tek başına kurtuluş yoktur. Bu mücadele, bütün varlıklar iktidarların saldırılarından, yani iktidarlardan kurtuluncaya dek sürecektir. Yaşamı savunuyorsak eğer; canlı ya da cansız, doğadaki tüm varlıkların mücadelesini vermekten başka bir seçeneğimiz yoktur.

Bu alandaki mücadele bir yandan yerellerde yerelin özneleriyle birlikte örülürken diğer yandan genele yönelik stratejiler üretmelidir çünkü sorunun kaynağı ortaktır; iktidardır.

Kimi zaman temel ilkelerde uzlaşabildiğimiz bölge veya gündem odaklı birliktelikler, ortak mücadelelere zemin oluşturan platformlar kurarak ya da var olan platformlara dahil olarak; kimi zaman köy köy, mahalle mahalle kendi süreçlerimizi örerek; kimi zamansa bu pratiklerimizi yazıya dökerek, pratiğimizden beslenen teorimizi anlatarak bu mücadeleyi toplumsallaştırmaya çalışmamız gerekmektedir.

Ancak bu şekilde iktidarın talan politikasına karşı çıkmanın yanı sıra kendi gündemlerimizi yaratabiliriz. Ancak bu şekilde iktidara karşı görünse de onu meşrulaştıran, postmodernizm çıkmazında gündemden gündeme savrulan ve meseleye bütünlüklü bakmadığı için asla çözüm üretemeyen ayrık parçacıklar olmanın ötesine geçebiliriz.

Evet, parçalı bir mücadeleyle gıda, su ya da iklim krizi gibi toplumdaki farklı kesimlerin bir şekilde gündeminde olan, gündeminde olmasa bile yaşamını doğrudan etkileyen kapitalizmin ve devletin krizlerinden kurtulmamız mümkün değildir. Ayrıca gündemdeki bu krizlerin neden ve nasıl çözülemez krizler halini aldığını da irdelememiz gerekir.

Su krizini ele alacak olursak, sorumlunun tarım ve sanayi sektörleri olduğu gerçeğinin üzerini örterek çözümü bireylerin daha temkinli ve tasarruflu su kullanımından ibaretmiş gibi göstermenin ekoloji mücadelesine katkısı olmadığı ortadadır.

Gıda krizi gıdanın üretim-dağıtım-tüketim süreçlerindeki bütün sosyoekolojik adaletsizliklerden kaynaklanmaktayken çözümün sadece sağlıklı gıda ve “organik sektörü”nde aranması gerektiğini söyleyenler, bu sektörün dışında değildir.

Daha detaylı bir örnek vermek gerekirse; iklim krizinin sorumlularını, iklim krizi söylemini dünya çapında yükseltip bu krizi yeşil kapitalizmin alternatifleriyle çözmeyi önerenleri ve bu krizi yok sayanları birbirlerinden ayrı değerlendirmemiz mümkün değildir.

Bu krizin en önemli nedenlerinin başında sayılan fosil yakıtların doğayı ne ölçekte tahrip ettiği ortadadır ancak yenilenebilir enerji şirketlerinin kar stratejileri, merkezi ve büyük ölçekteki planlamalarıyla bu enerjinin tahribat gücünün de ne denli yüksek olduğunu görmezden gelemeyiz.

Hele ki bu kriz söylemlerinin çığırtkanı olan “popüler çevreciler”in kapitalizm için yeni sektörler dışında bir “çözüm” önermediğini, fosil yakıt şirketlerininse yenilenebilir enerji sektörüne yaptıkları yatırımlarla “dünyayı kurtarmayı” amaçlamadıkları apaçık ortadadır.

Şunun da altını çizmek gerekir: Sadece popülerleşen iklim krizine yoğunlaşan bir mücadele, “Hangi enerji daha yeşil?” sorusuna yoğunlaşmaktan, “Bu kadar enerjiye gerçekten ihtiyaç var mı?” sorusunu gündemine almaz, alamaz. Dolayısıyla kapitalizmi ve devleti yeşile boyamanın ötesine geçmesi mümkün değildir.

Saymakla bitmeyecek bu krizlerden çıkışın yoluysa vahşi kapitalizm ile yeşile boyanmış kapitalizm arasında bir seçim yapmaktan ya da devletten ekolojik reformlar talep etmekten değil kapitalizmi ve devleti topyekün yok etmekten geçer.

Hal böyleyken farklı bölgelerdeki farklı sorunlar karşısında, farklı biçim ve yöntemlerle de olsa, kapitalizmin ve devletin çözüm diye sunduğu yanılsamaların ötesinde yaratılacak kolektif çözümler; yerellerin birbirleriyle dayanışma ilkesi paralelinde kuracağı ilişkilerle bütünlüklü bir mücadelenin parçası olacaktır.

Élisée Reclus’ye göre de: “İnsan ve doğanın tam birliği, halklar arasında olduğu kadar kastlar ara­sındaki sınırların da yıkılmasıyla gerçekleşebilir.

Bunun anlamı kapita­lizmin bünyesindeki ekonomik eşitsizlik ve sömürü sistemi­nin, modern devletin bünyesindeki siyasi baskı sisteminin, ataerkil ailenin kökenindeki cinsel hiyerarşi sisteminin, ırksal hiyerarşideki etnik baskı sisteminin, doğaya egemen olma ve ona hükmetme anlayışına dayanan türcü hiyerarşi sisteminin yıkılmasıdır.

Tek bir canlı, tek bir tür, tek bir halk, tek bir cins, tek bir birey bile tutsaksa, yeryüzü tutsaktır; yaşam tutsaktır. Bu tutsaklıktan kurtuluşun tek yolu, özgürlük için bütünlüklü mücadeledir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz