Griliğine şarkılar yapılmış, kasvetine melankolik şiirler yazılmış, kiminin beton kent diye andığı, sevmek için neden bulamadığı, kiminin ise nedensiz sevdiği kent… Sokakların denize çıkmasa da bir sürü deren varmış ya Ankara… Beton kent diye anılması gayet normal. Herhangi bir caddesinde ya da meydanında 10 dk yürümek griliğe doymaya yetiyor. Oysa bir rivayete göre bu beton kentin ismi Baykal Gölü’nün civarında bir dereler bölgesi olan Angara’dan geliyor. İlçe ve semt isimleri ise Akdere, İncesu, Hoşdere, Bülbülderesi, Dereboyu, Kavaklıdere, Bentderesi, Çamlıdere, Cevizlidere… Say say bitmiyor.Peki nerede şimdi bu kadar dere? Şu an bastığın yerin tam altında!
Bir Ankaralı günde ortalama 20 derenin farkında olmadan üzerinden geçer. Gölbaşı’nda Mogan ve Eymir’den İncesu doğar, İmrahor Vadisi’ni geçip Kolej’e oradan Abdi İpekçi Parkı’na ve Atatürk Bulvarı’ndan Ulus istikameti ile Hatip Çayı’na katılır. Kalecik’teki İdris Dağı’ndan gelen Hatip Çayı ise Lalahan’dan Kayaş’a, oradan Mamak’a ve Altındağ’dan sonra İncesu’yu da alarak Çubuk Çayı’na akar. Çubuk’taki Aydos Dağı’ndan gelen Çubuk Çayı ise Solfasol–Keçiören–Etlik yolunu kullanır ve Akköprü’den sonra İncesu ve Hatip Çayı ile birleşir. Bu birleşim Ankara Çayı adını alır, ardından batıya gider ve Sakarya’da buluşur. Sakarya’da Karacasu’dan Karadeniz’e dökülür. Bu nedenle Ankara Çayı aslında Karadeniz Havzası’ndadır. Akköprü’de sırtınız Ankamall’a dönük doğuya doğru 50 adım atıp asfaltın altına şöyle bir baktığınızda bütün dereleri görebilirsiniz. Yılın 12 ayında aktiftir Çubuk, Hatip ve İncesu. Şu anki Fevzi Çakmak Bulvarı’nın altında da Kirazlıdere vardır. Güneyden kuzeye akar ve devlet 1960-1970 yılları arasında bu dereyi de yok eder. Yukarıda bahsettiğimiz derelerin hemen hemen hepsi Kirazlıdere örneğindeki gibi yok edilmiştir. Kalanlar ise kanalizasyona bağlanmış ve pis su akar haldedir. Biraz geçmişinden örnek verecek olursak, 1932 yılında Ankara’nın imar planını hazırlayan Alman şehir planlamacı Jansen, Ankara Kalesi eteklerinde bir plaj planlamıştır. 1924 tarihli Ankara haritalarında bu dereler üzerinden geçen 24 köprünün olduğu yazar. İncesu, diğerlerinden temiz olduğu için kenarında topluca çamaşır yıkanmaktadır. Çubuk Çayı ise Hacı Bayram Veli’nin köyü Solfasol’den geçtiği için kutsal sayılır ve dilek kağıtları bırakılır.
Böyle bir mazisi olan bu toprakların şimdi geldiği halden anlıyoruz ki güzel olan her şeyin karşısında olan devlet, dereleri de tutsak etmiştir. Bir devlet pratiği olarak betonlaştırılır, üzeri örtülür, yönü değiştirilir, “ıslah edilir” ve “düzene sokulur” dereler. Ya egemenlerin istediği şekli alır ya da hiç var olmamalıdır. Birlikte yaşamak mümkün değildir. Çünkü kendi haliyle yönetilebilir değildir dereler, tıpkı insanlar gibi. “İlerleyen” bilim, teknoloji, teknik doğanın daha kâr edilebilir hali için, üzerindeki bütün canlılarla birlikte daha “yönetilebilir” hale gelmesi için kullanılır. Yönetimden anlaşılan ise bir avuç ezenin çıkarı için geri kalanın sömürüldüğü düzenin devamlılığını sağlayabilmektir. Her canlı doğada kendine patika, yol açar. Sürekli geçtiği yolu kolaylaştırmak ister. Ve gide gele yolu aşındırır, değiştirir. Ancak insanlar kendi bedenleri dışında kullanabildiği başka araçlar ve geliştirdikleri yöntemlerle bu değiştirme kapasitesini hayli arttırmıştır.
Doğayı kendi istekleri doğrultusunda büyük ölçüde manipüle edebilirler. Sorun tam da buradadır. Bu değiştirebilme gücü kimin ya da neyin isteği doğrultusunda kullanılacaktır? Bir avuç insanın kârına kâr katmak için mi; bütün bir insanlığın -ama sadece insanlığın- çıkarı adına, diğer canlıların varlığını yok sayan bir doğrultuda mı; yoksa bütün canlılarla uyum içinde yaşayabilmenin yollarını aramak için mi? Elbette yollar insanların da ihtiyacı. Ancak yolların ve kent düzenlemelerinin kimin için, ne için ve ne uğruna yapıldığının her zaman sorgulanması gerekir.
Maruz kaldığımız kentler bütün canlıların faydalanabileceği yaşam alanları oluşturmaktan ziyade, çoğunlukla uzun vadeli koruma anlayışı olmaksızın, dönemin iktidarlarının acil ihtiyaçlarını karşılamak için planlanıyor. İnsanlar görece daha “rahat” yaşadığı topraklardan imkansızlıklara boğularak Ankara gibi büyük kentlere sürülüyor. Sonra bu insanlar için kimi zaman bir seçim vaadi olarak, kimi zaman bölgede yapılacak başka bir yolsuzluğun üzerini örtmek için, kimi zaman trafik sorununa çözüm olacağını iddia etmek için yollar yapılıyor, asfaltlar döşeniyor.
Kentlerde en kalabalık insan toplamının ortaklaşa kullandığı sokaklar, caddeler, meydanlar; halkın bir araya gelerek iktidarların otoritesini sarsacak herhangi bir eyleme geçmesinin önünü alacak şekilde düzenleniyor. Öyle ya, betonla rant elde edecek hısım akraba mı çoğaldı, mutlaka dökecek bir dere bulunur. Çarpık akılların çarpık politikalarıyla şekillenir kentler. Bugün ise asfalta ve betona boğulmuş, gri, sıkıcı, tekdüze olan; üzerinde yaşayanlarla birlikte Ankara coğrafyası değil, TC devletinin Ankarasıdır. Fazla yağışta asfaltın üzerini çağlayan derelere döndüren, insanların evlerini, dükkanlarını su bastıran, can kayıplarına yol açan ise ne Ankara coğrafyasıdır ne de doğanın yasaları. Dereleri tutsak etmiş, kenti geçirimsiz asfaltlara, rant projelerine, baskı araçlarına teslim etmiş iktidarların politikalarıdır. Ancak bu politikalar insanların olduğu gibi derelerin isyanını da sonsuza kadar bastıramaz. Üzeri örtülen, yok sayılan, baskılanan her şey bir noktada kendini hatırlatacak bir yol bulur. Ankara’nın altındaki tutsaklar da üzerindekilerle birlikte elbet bir gün özgürleşir!