Sosyal Devrimle İlgili İki Karşıt Anlayış – Volin

0
802

Dergimizin bu bölümünde, anarşizmin teorisine ve pratiğine dair çeşitli çeviri yazılara yer vereceğiz. Geçtiğimiz aylarda yayınlanan ve Rus Devrimi’ndeki Bolşevik ihaneti en iyi anlatan kitaplardan biri olan “Bilinmeyen Devrim”den bir bölüm yayınlıyoruz. Volin bu çalışmasında, Kropotkin’in devrimci mücadeleleri anlatmak için kullandığı yönteme de uygun bir şekilde, toplumsal devrime yönelik iki karşıt anlayışı anlatıyor.

Ana görevimiz, olanaklarımız ölçüsünde Rus Devrimi’nde bilinmeyen ve az bilinen yanları tespit edip incelemektir. Batı ülkelerinde görmezden gelinmemekle birlikte dikkate alınmayan veya daha doğrusu yüzeysel olarak dikkate alınan bir olgunun tekrar altını çizelim.

Ekim 1917’den itibaren, Rus Devrimi yepyeni bir yola, Büyük Sosyal Devrim yoluna girdi. Böylece son derece özel, tamamen keşfedilmemiş bir yolda ilerledi.

Daha az bilinen ve birçok okur bakımından beklenmedik bir başka olguya geçelim. Yine de geçerken okura bunu sezdirmiştik. 1917 Ekim Devrimi’ne kadar birbirini izleyen krizler ve başarısızlıklar boyunca, gerçekleştirilecek olan Sosyal Devrim anlayışı olarak yalnızca Bolşevizm yoktu. Politik, otoriter, devletçi ve merkeziyetçi karakteriyle Bolşevizm ile akraba (sol) Sosyalist-Devrimci öğretinin ve benzer birkaç küçük akımın yanı sıra, Sosyal Devrimi açıkça ve eksiksiz bir biçimde öngören bir ikinci temel fikir de biçimlendi ve devrimci çevreler arasında olduğu gibi, emekçi kitleler arasında da yaygınlaştı: Bu anarşizm fikriydi.

Başlangıçta çok zayıf olan etkisi, olaylar genişledikçe arttı. 1918 sonlarında da bu etki o duruma geldi ki, hiçbir eleştiriyi hele bir çelişki veya bir muhalefeti hiç kabul etmeyen Bolşevikler ciddi biçimde endişelendiler. 1919’dan başlayarak 1921 sonlarına kadar Bolşevikler bu fikrin ilerlemesine karşı alabildiğine ciddi bir mücadele, gericiliğe karşı olandan daha uzun ve zorlu bir mücadele yürütmek zorunda kaldılar.

Bu noktada pek bilinmeyen bir üçüncü olgunun altını çizelim: İktidara gelen Bolşevizm, anarşist ve anarko-sendikalist fikir ve hareketle, ideolojik veya somut deneyimler alanında değil, açık ve dürüst araçlarla değil, gericiliğe karşı kullandığı aynı baskı yöntemleriyle, yani saf şiddet yöntemleriyle mücadele etti. İşe liberter örgütlerin merkezlerini hoyratça kapatmakla, anarşistlere her türlü propagandayı veya faaliyeti yasaklamakla başladı. Kitleleri anarşistlerin sesini duymamaya, bu sesin değerini bilmemeye mahkum etti. Ancak bu baskıya rağmen, anarşist fikir zemin kazanmaya devam ettiğinden, Bolşevikler hızla daha şiddetli önlemlere, hapse atmaya, yasadışı ilan etmeye, ölüm cezasına çarptırmaya geçtiler. Bu koşullarda – biri iktidarda, diğeri iktidarın karşısında- iki eğilim arasındaki eşitsiz mücadele derinleşti, büyüdü ve belli bölgelerde gerçek bir iç savaşa vardı. Özellikle Ukrayna’da bu savaş durumu iki yıldan uzun sürdü, Bolşevikleri anarşist fikri boğmak ve bu fikrin esinlendirdiği halk hareketlerini ezmek üzere tüm güçlerini seferber etmek zorunda bıraktı.

Böylece Sosyal Devrim ile ilgili iki anlayış arasındaki mücadele ve bu bağlamda Bolşevik iktidar ile kimi emekçi kitle hareketleri arasındaki mücadele, 1919-1921 dönemi olaylarında çok önemli bir yer tuttu.

Bununla birlikte, son derece anlaşılır nedenlerle aşırı sağdan aşırı sola kadar tüm yazarlar – liberter edebiyat hariç – bu olguyu sessizce geçiştirirler. Dolayısıyla bunu tespit etmek, bu olguyla ilgili tüm ayrıntılı bilgileri vermek ve okurun dikkatini bu olaya çekmek zorundayız.

Diğer taraftan, ikili bir sorun ortaya çıkmaktadır:

1- Ekim Devrimi arifesinde Bolşevizm halkın oylarının ezici çoğunluğunu topladığına göre, anarşist fikrin öneminin ve hızlı yükselişinin nedeni nedir?

2- Anarşistlerin Bolşeviklere karşı konumu tam olarak neydi ve niçin Bolşevikler liberter düşünce ve hareketle mücadele etmek, hem de şiddetle mücadele etmek zorunda kaldılar?

Bu iki soruya cevap vermek, Bolşevizmin gerçek yüzünü göstermek bakımından bize en kolay yol olarak gözüküyor.

Mevcut bu iki fikri ve eylem halindeki iki hareketi karşılaştırarak, onları daha iyi tanımak, onlara gerçek değerlerini vermek, iki kamp arasındaki bu savaş halinin nedenini kavramak ve nihayet Bolşevik Ekim sarsıntısından sonra devrimin “nabzını tutmak” daha olanaklı olacaktır.

Dolayısıyla mevcut iki fikri ana hatlarıyla karşılaştıralım:

Bolşevik fikir, burjuva devletinin yıkıntıları üzerine yeni bir “işçi devleti” kurmak, bir “işçi ve köylü hükümeti” oluşturmak, “proletarya diktatörlüğü”nü oturtmaktı. Anarşist fikir hangisi olursa olsun bir politik devlete, bir hükümete, bir “diktatörlüğe” başvurmaksızın toplumun ekonomik ve sosyal temellerini dönüşüme uğratmak, yani devrimi gerçekleştirmek ve onun sorunlarını politik ve devletçi yolla değil, son kapitalist hükümeti alaşağı ettikten sonra, bizzat emekçilerin birliklerinin doğal ve özgür, ekonomik ve sosyal bir faaliyeti yoluyla çözüme kavuşturmak idi.

Diğer anlayış ise şunu varsayıyordu: Politik ve devletçi örgütlenmenin kesin olarak terk edilmesi; yerel, bölgesel, ulusal ve uluslararası düzeylerde ekonomik, sosyal, teknik veya diğer örgütlerin (sendikalar, kooperatifler, değişik birlikler vs.) doğrudan ve federatif bir anlaşması ve işbirliği; dolayısıyla hükümet merkezlerinden kendisinin kumanda ettiği çepere doğru giden, ne hakimiyet ne de kumandanın olduğu, somut gereklere göre doğal ve mantıksal biçimde saptanmış gerçek ihtiyaçlara ve çıkarlara uygun ekonomik ve teknik bir merkezileşme.

Anarşistlere yönelik sadece “yıkmayı” bilirler, hiçbir “olumlu” yapıcı fikirleri yoktur yakıştırmasının, hele bu yakıştırmayı onlara “solcular” yaptığında ne denli saçma – veya çıkarcı – olduğuna işaret etmek yerinde olacaktır. Aşırı sol partiler ile anarşistler arasındaki tartışmaların konusu her zaman burjuva devletinin yıkılmasından (ki bu konuda herkes hemfikirdir) sonra yerine getirilecek olumlu ve yapıcı görevdir. Bu durumda yeni toplumun kuruluş tarzı ne olacaktır: Devletçi, merkeziyetçi ve politik mi yoksa federalist, politik-olmayan ve yalnızca sosyal mi? Birbirleri arasındaki çekişmelerin konusu her zaman bu olmuştur: Anarşistlerin ana kaygısının her zaman tam da geleceğin inşası olduğunun tartışmasız kanıtıdır bu!

Partilerin politik ve merkezileşmiş “geçici” devlet tezinin karşısına anarşistler kendi tezini koyarlar: Ekonomik ve federatif gerçek topluluğa adım adım ama dolaysız geçiş. Politik partiler yüzyıllara ve köhneleşmiş rejimlerden miras kalan sosyal yapıya dayanırlar ve bu modelin yapıcı fikirler içerdiğini ileri sürerler. Anarşistler ise yeni bir kuruluşun daha başından itibaren birtakım yeni yöntemler gerektirdiğini kabul ederler ve bu yöntemleri önerirler. Tezleri doğru veya yanlış olsun, her halükarda ne istediklerini gayet iyi bildiklerini ve net yapıcı birtakım fikirlere sahip olduklarını kanıtlar.

Genel olarak, yanlış -veya çoğu zaman bilinçli olarak hatalı- bir yorumlama, liberter anlayışın her türlü örgütlülüğün yokluğu anlamına geldiğini ileri sürer. Bundan daha yanlış bir şey yoktur. Söz konusu olan “örgütlülük” veya “örgütsüzlük” değil, iki farklı örgütlülük ilkesidir.

Her devrim, kaçınılmaz olarak, az çok kendiliğinden bir biçimde, dolayısıyla karışık, kaotik bir tarzda başlar. Açıktır ki – ve bunu liberterler de tıpkı diğerleri gibi gayet iyi anlarlar- bir devrim burada, bu ilkel aşamada kaldığı takdirde yenilgiye uğrar. Devrimde, diğer her türlü insani faaliyette olduğu gibi, kendiliğinden atılımın hemen ardından örgütlülük ilkesi devreye girmelidir. İşte asıl mesele de o zaman doğar: Bu örgütlülüğün tarzı ve temeli ne olmalıdır?

Birileri tüm işi ele almak, onu kendi anlayışına göre yürütmek, bu anlayışı tüm topluluklara kabul ettirmek, bir hükümet kurup devleti organize etmek, iradesini halka dikte etmek, güçle ve şiddetle “yasaları”nı kabul ettirmek, kendisiyle hemfikir olmayanlarla mücadele etmek, onları tasfiye etmek ve hatta ortadan kaldırmak üzere bir merkezi yönetici grubun – “seçkinler” grubunun – oluşması gerektiğini ileri sürer.

Liberter teze göre, devrimin yapıcı sorunlarının tümüne her yerde girişmesi gereken, gerçek ihtiyaçlara göre federe ve merkezileşmiş değişik sınıfsal örgütlenmeleri (fabrika komiteleri, sanayi ve tarım sendikaları, kooperatifler vs.) aracılığıyla bizzat emekçi kitlelerdir. Özgür ve bilinçli olduğundan, güçlü ve verimli eylemleriyle, çabalarını tüm ülke çapında eşgüdümlü kılmalıdırlar. “Elitler”e gelince, liberterlerin anlayışına göre, onların rolü kitlelere yardımcı olmaktır. Onları aydınlatmak, onları eğitmek, onlara gerekli öğütleri vermek, onları şu veya bu girişime yönlendirmek, onlara örnek oluşturmak, eylemlerinde onları desteklemek ama hiçbir biçimde onları hükümet olarak yönetmemek.

Liberterlere göre, sosyal devrimin sorunlarının mutlu çözümü ancak milyonlarca insanın özgürce ve bilinçli olarak ihtiyaçlarının ve çıkarlarının ama aynı zamanda fikirlerinin, güçlerinin, yeteneklerinin, becerilerinin, yetilerinin, eğilimlerinin, mesleki bilgilerinin, ustalıklarının tüm çeşitliliğini katıp uyumlu hale getirdikleri kolektif ve dayanışmacı eserinden doğabilir. Ekonomik, teknik ve sosyal organizmalarının doğal işleyişiyle, “elitler”in yardımıyla ve gerektiğinde, özgürce örgütlenmiş silahlı kuvvetlerinin korumasıyla, emekçi kitleler, liberterlere göre, sosyal devrimi ileri doğru fiilen itebilir ve tüm görevlerini pratik olarak adım adım gerçekleştirebilirler.

Bolşevik tez bunun tam tersidir. Bolşeviklere göre, (“işçi” adı verilen ve sözde “proletarya diktatörlüğü” uygulayan) bir hükümet kurarak sosyal dönüşümü sürdürecek ve onun muazzam sorunlarını çözecek olan elittir – onların elitidir-. Kitleler, bu elitin niyetlerini, kararlarını, emirlerini ve yasalarını sadık bir biçimde körü körüne “mekanik olarak” uygulayarak ona yardımcı olmalıdır (liberterlerin elitin kitlelere yardım etmesi gerektiği yolundaki tezinin tam tersi). Kendisi de kapitalist ülkeler silahlı kuvvetlerinden kopya edilmiş silahlı kuvvetler de “elit”e körü körüne itaat etmelidir.

İki fikir arasındaki esas fark bu oldu ve budur.

1917’de Rusya’daki sarsıntı anında sosyal devrim ile ilgili iki karşıt anlayış da bunlar oldu.

Bolşevikler, söylediğimiz gibi, anarşistlerin söylediklerine kulak vermek bile istemediler, tezlerini kitleler önünde sergilemelerine de izin vermediler. Mutlak, tartışmasız, “bilimsel” hakikate sahip olduklarına inanarak, bunu dayatıp acilen uygulama iddiasıyla, kitlelerin ilgisini çekmeye başlar başlamaz, tüm hakimlerin, zalimlerin ve engizisyoncuların geleneksel yöntemiyle, şiddet yoluyla liberter hareketle mücadeleye girişip tasfiye ettiler.

Ekim 1917’den itibaren, iki anlayış gitgide keskinleşen ve olanaklı bir uzlaşmaya yer bırakmaz biçimde bir çatışmaya girdiler.

Dört yıl boyunca bu çatışma, 1921 sonlarında liberter akımın “manu militari” (silahlı kuvvet marifetiyle) kesin olarak ezilmesine kadar, devrimin dönüm noktalarında gitgide daha çarpıcı bir rol oynayarak Bolşevik iktidarı diken üzerinde tuttu.

Daha önce söylediğimiz gibi, bu olgunun önemine ve verdiği derse rağmen veya daha çok o yüzden, bütün “politik” basın tarafından özenle görmezden gelinmiştir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz